5 Aralık 2010 Pazar
Endüstriyel Aşklar ve Mutluluk Parçacıkları
Kışa beş kala ortalık sakin yine. Yazın o heyecanlı, kalabalık ve çok renkli havası ortadan kaybolmuş. Şehrin büyük camlı ve iyi ışıklandırılmış vitrinleri, tıpkı bir gece davetine giden şık kadınları andırıyor. Malum yılbaşı da yaklaşırken…
Hepimiz; gencinden yaşlısına, kadınından erkeğine bir koşuşturmaca içerisinde yaşıyoruz, yaşatılıyoruz… Dünya üzerindeki bütün toplumlar, en gelişmişinden en ilkeline kadar kendi dinamiklerini yaratıp buna uyum göstermişler. Türkiye’de “bilinçli olarak” yaşamak ve toplumsal olguların tam anlamıyla netlik kazanmadığı, değer yargılarının, tutumların sürekli değiştiği bir coğrafyada, genç kuşak olarak kendinizi bir yere koymak ve toplumun ne istediğini anlamak gerçekten gittikçe zorlaşıyor.
Barış Manço’yla büyüyüp, Edi - Büdü izleyen, sokakta muz yemeyi ayıp sayan, Kinder sürpriz yumurtayı lüks kabul edip, ayda bir ancak yiyen bir nesle kolay tüketme ve bitirme hastalığını nasıl enjekte ettiler. 80 sonrası oluşan ekonomik politikalar ve yapılanmalar “üretmeden tüketmeyi” amaçlar hale geldi. Yıllar geçtikçe üretmeden tüketen bir toplum olduk. “Nasılsa dışarıdan geliyor, adamlar daha iyisini yapıyor, kar oranı kurtarmıyor ithal daha ucuza geliyor…” Sıklıkla duyduğumuz cümlelerdi. Bu tüketim çılgınlığından hepimiz, her kişisel özelliğimiz de nasibini aldı.
Bu gelişmelerden belki de en çok ilişkiler etkilendi. Bize anlatılan anılarda, yaşanmışlıklarda 60-70’lerin ruhu olan sadakat ve fedakarlık yerini çok daha başka, maddesel kavramlara bıraktı. Tüketim çılgınlığı ve kitle kültürü ile ilgili yazılmış onlarca büyük felsefe eseri varken böyle bir konuda birkaç satır karalamak elbette çok yüzeysel kalıyor. Yakın çevremde ya da dışarıdan gözlemlediğim kadarıyla ilişkiler bir tüketim çemberine giriyor. Bu ilişkiler tıpkı birbirinin kopyası gibi. Çoğunun bir ürün-yaşam eğrisi var. Ürünün raftaki yerini alması, tutunma sürecinde çizelgede tırmanması ve maksimum doygunluğa ulaşması, sonra yaşanılan düşüş ve raftan kalkması… Süreç gerçekten de böyle işliyor. Aşklarda markalaşma olgusu gözden kaçmıyor. Çiftler birbirini mutlu edebilmek adına, belki de o değere adapte olabilmek için markalara yöneliyor. Adeta hepsi sözleşmişçesine aynı yerlere gidiyor, aynı şeyleri yiyor içiyor ve giyiyorlar… Saç şekillerinden, sakal tıraşlarına, ojelerine, cep telefonlarına kadar aynılar. Çoğu birbirinin kopyası gibi. O kadar çok vakit geçirmelerine, yaşanmışlıkları olmasına karşın herhangi bir duygu paylaşımı söz konusu olmuyor. Birbirlerine aşklarını ifade etmeye çalıştıkla şarkıları, “kop kop” ya da “eller havaya” diye tabir edilen şarkıcıların duygusal parçalarından seçtikleri düşünülürse yaşanılan aşk ya da ilişkinin yoğunluğu da belli olabiliyor. Belki de dinledikleri şarkıyı 2-3 sene sonra hatırlamayacaklar bile… Aslında bunların çok azı içinden geldiği gibi yaşıyor. Yapmak istedikleri ya da içinde olmak istedikleri tam olarak bu olmasa da bir şekilde katlanıyorlar.
Sosyo-ekonomik seviyesi toplum ortalamasının biraz üzerinde olan, neredeyse her erkek ve kadında tipik olarak gözlemlenen ortak bir özellik var; mutsuzluk… Aslında bu kişiler içinde yaşadıkları zamanın koşullarına göre istedikleri her şeyi elde edebiliyorlar. Ulaşmak istedikleri şeye ne kadar çabuk ulaşırlarsa doyumsuzlukları da eşit oranda artıyor. Asla tatmin olmayan ruhlardaki yaralar, gittikçe büyüyor. Bu da beraberinde mutsuzluğu ve umutsuzluğu getiriyor.
Bu tüketip bitirme çılgınlığının girdabından ne zaman kurtuluruz bilmiyorum fakat bildiğim bu çılgınlık birgün bize ait değerleri, düşünceleri, kanaatleri tüketip bitirmeye başlarsa yaşamaya ve yaşatmaya değer çok az şeyin kalacağıdır…
Etiketler:
aşk,
barış manço,
evlilik,
İlişkiler,
kinder sürpriz yumurta,
kitle kültürü,
mutsuzluk,
susam sokağı,
tüketim,
tüketim çılgınlığı
23 Eylül 2010 Perşembe
Kadıköy'de bir korku filmi

Herşey o kara mayıs sabahı başladı. Son maçta kaçan şampiyonluk bir süreç başlattı. Bir mayıs akşamı önce kayalıklara vurup sonra da okyanusta batan bir geminin parçalarının karaya sürüklenip, sahile vurmasını izledik. Bu olaya aşinayız biz
Fenerbahçeliler; son dakikada şampiyonluk yitirmek, kupa kaybetmek...
Artık acı çekmekten kımıldayacak, yarına inanacak hali kalmadı insanların. Belki başka takım taraftarları günlük hayatına dönebiliyor büyük hezizmetler sonrası. Örneğin 6 Kasım 2007'deki 8-0'lık Liverpool-Beşiktaş maçı sonrası Beşiktaş Çarşı'da gezdiğimde insanlar hayatına kaldığı gibi devam edebiliyorlardı, arkadaşlarım da öyle... Ya da 10 yıldır Kadıköy'de oynanan Fenerbahçe-Galatasaray derbilerinden sonra Galatasaraylı dostlarımın yaşantısına hiçbirşey yokmuşçasına devam edebilmeleri gibi...
Fakat Fenerbahçe'nin kaçan 2 şampiyonluğundan sonra benim gözlemlediğim şeyler ilginçti. Sanki dünyanın sonu gelmiş gibiydi.İşine gücüne gidemeyen kelli felli adamlar. Telefonunu kapatan saçına aklar düşmüş amcalar, cadde üstünde gözyaşları arasında sinir krizi geçiren gencecik bedenler ve daha neler neler... Benim içinde çok farklı değildi. Sağda solda bizlerle dalga geçen, hakaret edip aşağılayan dostlarımdan soğudum her defasında... Bazılarıyla arkadaşlığımı sonlandırdım. Belki de ben ve benim gibiler hatalı, haksız...
Yılların geleneği, Beşiktaş, Galatasaray ve diğer takımların taraftarları için bayram havası vardı adeta... Onların da hakkıydı çünkü, rakiplerinin böylesi bir hezimeti yaşaması, onların tabiriyle "eğlence Fenerbahçe"ye denk gelmek önemliydi.
Tam dört yıl sonra yaşanılan bu 2. hezimet, başka bir kulüpte olsaydı, başkanı yeni göreve gelmiş bir adam olsa bile sanırım onurlu bir biçimde istifa edip giderdi. Fakat Sayın Başkan Aziz Yıldırım 2006'daki facia'da kulübün başındaydı ve 2010'da göz göre göre aynı facia yaşanırken dümendeki isim yine O'ydu.. Bir başkan düşünün ki, her fırtınada Teknik direktör kellesi alıp taraftara sunsun. Kimler geçmedi ki bu yoldan; Ülkesine Dünya Kupası'nda yarı final oynatan Joachim Low, Fenerbahçe'ye en büyük Avrupa zaferleri ve kariyerini yaşatmış Arthur Zico, İspanya'yı Avrupa şampiyonu yapan Luis Aragones... O kadar güzel inanıyoruz ki bahanelere, başka hiçbir gerçeği kabullenemiyoruz.
Bizim için hep forvetler kötüydü, Anelka, Kezman, Güiza... Asla sistemi sorgulamayı uygun görmedik. Biz de faydasız olan Anelka müthiş kariyeri olan ve bizden sonra gittiği Chelsea'de İngiltere gol kralı olan bir oyuncu. Kezman'ın kariyerinde
PSV, PSG, Chelsea gibi kulüplerde yüksek bir gol istatistiği söz konusu...
Güiza'ya gelince, Villa, Henry, Ronaldinho, Eto'o gibi adamların oynadığı dönemde 27 golle La Liga gol kralı.Tek forvet sistemi Fenerbahçe'nin oyun geleneği haline dönüşmüştü ve asla sorgulanmıyordu. Çift forvete dönülürse her maç 5-6 gol yeriz gibi bir düşünce hakim oldu. Çünkü orta saha ve defansın savunmadaki zaafiyeti ortaya çıkıyordu. Bunun yerine takım savunma yapsın, gol bir sonraki planda olsun mentalitesi benimsendi. Bu yolda da nice Anelka gibi nice yıldızları harcadık. Bugün Fenerbahçe'ye Fransa gol kralı olarak gelen, güçlü ve atletik fiziğiyle beğeni toplayan, kısa sürede adaptasyon sorunu yaşamadan goller atan Niang bile ileride tek başına yalnız kaldığını ve kilitlendiğini itiraf etti.
Bir de değişen taraftar kitlesi ve profiline göz atmakta fayda var. Bize anlatılan Fenerbahçe tribünlerinin 80'lerde ne kadar kadar ateşli olduğuydu. Pepe Metin'lerin, Menderes'lerin taraftarı muhteşem organize etmeleri, yaşanılan olaylar her dinlediğimde tüylerimi diken diken etmiş, gözlerimi doldurmuştur. Ben 90'larda Fenerbahçe tribünlerine yetişebilmiş biri olarak o ateşin belki de sonlarını gördüm. Metin ağabey'i birçok kez gördüm. Amigo Nurullah'a az bağırmadım. Bütün bir stadın maçı bırakıp "Beraber yürüdük biz bu yollarda" diye Kadıköy iskelesine kadar olan mesafede yankılanan seslerine şahit oldum. Parma maçında meşaleler ve sesimizle stadı cehenneme çevirdiğimiz dakikalarda İtalyan'ların yüzündeki şoku ve endişeyi ve taraftar baskısıyla kazanılan maçları gördüm.
Yeni stadımıza kavuştuğumuzda artık büyük hedeflerimiz vardı. Fenerbahçe dünya markası olma yolunda adımlar atacaktı. Endüstriyel futbolun nimetlerini(!) camia olarak yiyeceğimizi nereden bilebilirdik ki! Büyük yıldızlar getirmek için, kovulan
teknik direktörlerin tazminatını ödemek için daha çok paraya ihtiyacımız vardı, yapılan tesisler inşaatler için daha çok paraya ihtiyacımız vardı. Daha çok, daha çok, çok... Finans hazırdı; taraftar... Öyle ya 25 milyon Türk Vatandaşı az mı?
Formalar, kombineler, kartlar, lisanslı ürünler vs... derken yıllar içinde bir kültür oluşmaya başladı. O kültür "paralı taraftar" anlayışını doğurdu. Öfkeyle, üzüntüyle söylsem de zamanında Sadri Alışık Baba'nın halkın takımı dediği Fenerbahçe, Bağdat Caddesi'nin parlak yüzlü, şişik cüzdanlı adamlarının, manikürlü solaryumlu genç kızların takımı olmaya başladı. İnsanları ayırmıyorum elbette, yanlış anlaşılmasın ama taraftarlık düzeyinde kimdir bu kişiler, ne yaparlar?
Çekirdek yerler, eğer önlerinde oturuyorsanız zıplamak için ayağa kalkarsınız, tezahürat için bağırırsanız "otur otur göremiyoruz, aa şunlara bak nebiçim insan bunlar yahu" derler. Takım 2-3 maçta kötü giderse ıslıklamalar yuhalamalar başlar.
Futbolcuya küfürün bini bir para olur. Oysa bilmezler ki "Çubukluyu ıslıklayan bizden değildir". Yani taraftar değil seyircidir çoğu. İyi taraftar olanları da vardır mutlaka onları tenzih ederim.
Rakipler için cehennem olan, ayakları birbirine dolaşan Şükrü Saracoğlu son yıllarda artık cennet olmaya başladı. Gelen çok rahat maç kazanıp gidiyor. Hatta o kadar memnunlar ki kendi stadlarında zemin bozuk olduğu için iyi ki Kadıköy'de oynadık diyebiliyorlar. Taraftar grupları kendini birbir fesh etti. Önce efsane pankartları açmış Cefakar Kanaryalar, sonra Vamos Bien, Sonra Unifeb ve diğerleri... Çarşı'nın, Teksas'ın, Gecekondu'nun etkinliği gibi bir etkinlik maalesef bizim stadımızda yok. Bu kopuk halimize rağmen Beşiktaşlı futbolcu Guti atmosferden oldukça etkilendiğini söylüyor. Bizler de eski günleri düşünüp kahroluyoruz.
Artık silkenmeye, kendimize gelmeye ihtiyacımız var. Adam gibi desteğe gerekiyor... Aziz Yıldırım'a göre "holigan, ayak takımı" diye gördüğü tribün yapısına geri dönmemiz gerekiyor. Aksi takdirde zaten kayıplarda olduğumuz deplasmanlar dışında,
evimizde de yokları oynayacağız. Bu değişim Başkan varken mi olur, yokken mi olur bilemem ama nasıl olacaksa olsun diyorum. Tribünleri, taraftarı bu hale getirenler artık başını ellerinin arasına alıp düşünsünler.
Son olarak, KFY, GFB ve Legend'e teşekkürler...
5 Ağustos 2010 Perşembe
Felaket bağıra bağıra geldi

Yaklaşık 1 ay önceki yazımda felaketin yaklaşmakta olduğunu transferde ihtiyaç duyulan yenilenmenin gerçekleşmemesinden dolayı sıkıntılar yaşayabileceğimizi belirttim.
4 Ağustos 2010'da oynanan Şampiyonlar Ligi ön eleme maçının 2-2'nin rövaşında, Fenerbahçe Kadıköy'de İsviçre'nin Young Boys takımı karşısında tel tel döküldü. İlk maçta şansımız yerindeydi ve fark yemeden 2 gollü beraberlikle maçı kurtardık. Eğer Young Boys takımı çok yetenekli oyunculardan oluşan bir takım olsaydı her iki maçta da 6-7 gollü hezimetler yaşayabilirdik. Çünkü
Young Boys takımı maçta istediği herşeyi buldu. Çok rahat mesafe kat etti, istediği şutları çekti, savunmasını kapattı, orta alanda antreman yapar gibi top çevirdi.
İlk yarı istatistikleri görüldüğünde çok hazin bir tablo vardı; Young Boys'un 6 atağı, kaleyi bulan da 5 şutu vardı. Fenerbahçe'nin ise 0 atak, 0 şutu... O tabloyu görünce içim acıdı takımıma.
40. dakikada Stoch'un kırmızı kart görmesi ve takımın 10 kişi kalması bahane edilemez çünkü Aykut Kocaman teknik direktörlüğü başladığından beri Fenerbahçe her maçta kırmızı kart görüp 10 kişi mücadele ediyor.
Belki de dün gece Young Boys'a elenmemiz güzel oldu. Kimse bana kızmasın çünkü bu kadroyu ve bu futbolu Şampiyonlar Ligi'nde düşünmek bile istemiyorum. Beşiktaş'ın yaşadığı Liverpool vakasının bir benzerini biz de yaşayabilirdik. Dün Daum'a tu kaka edenlerin hepsine "BUGÜN DAUM GELSİN Mİ?" diye sorsak tereddütsüz evet derler. Aykut Kocaman'ın oynattığı, daha doğrusu oynatamadığı futboldan herkes çok korkuyor. Çünkü kimse ne olacağını, sonunun nereye varacağını bilmiyor. Aykut Hoca'nın ne oynattığını kimse anlayamadı!
Daha da yukarı bakmak lazım, takımın bu halde olmasının yegane sebebi sayın başkan Aziz Yıldırım'dır. Fenerbahçe son hafta kaçırdığı şampiyonluk sonrası hemen toparlanma sürecine girmesi gerekiyordu. Adam eksiği her noktadan kendini belli ediyordu. Defansa kaliteli bir stoper, sağ bek, orta sahaya defansif özelliği olan bir ön libero ve tek başına oynamayı kaldırabilecek kaliteli bir forvet alınmalıydı. Fakat yönetim hiç oralı olmadı. Sanki sezonu Fenerbahçe Şampiyon tamamladı ve kadrosu harikalar yarattı gibi davranıldı.
İşin kötü yanı taraftar da olan biteni eleştiremedi. Başkanımız ne eylerse güzel eyler düşüncesindeydi. Fakat aylar geçti ortada Fenerbahçe'nin ihtiyacını karşılayacak adamlar yoktu. Hazırlık maçları ve resmi 2 maçta takım korkunç bir futbol oynadı. Son 20 yılda Fenerbahçe'nin bu kadar ezildiğini hatırlamam.
Artık Aziz Yıldırım ve kurmaylarının ayaklarını denk almaları gerekiyor. Fenerbahçe'yi bu hale getirenlerin baş sorumlusu bu kişilerdir. Kendi bitmez tükenmez egolarıyla yıllardır takımı bitme noktasına getirdiler ve son gelinen nokta 4 Ağustos Fenerbahçe-Young Boys maçıydı. Sayın Aziz Yıldırım vazgeçilmez ve eşsiz bir adam değildir. Bu kulübe yönetici olabilecek kapasiteye sahip çok kaliteli ve günümüz futbolundan anlayacak kapasiteye sahip kişiler mevcuttur. Bu kişilerin başında; Mehmet Ali Aydınlar, Ali Koç, Ferit Şahenk, Sadettin Saran gibi isimler geliyor. Eminim ki hiç biri Aziz Yıldırım'ın yaptığı büyük hataları yapmayacaktır.
10 Temmuz 2010 Cumartesi
Fener yörüngeden çıktı, hangi eksene kaysın?

Serdar Ali Çeliker, bugünkü köşe yazısında Fenerbahçe'nin ilgilendiği santrforlardan(Nilmar, Huntelaar) dolayı transferde eksen kayması yaşayabileceğini söylemiş. Fenerbahçe'nin transfer politikası sistematik ve düzenli değildir. Yıllardır düzgün bir squad ekibi ve ne istediğini bilen bir takım kurulamadı. Bu sene de geç kalındığını düşünüyorum. Anelka gitti, Kezman geldi sonrasında Dani Güiza... Taraftar olarak Xabi Alonso diye bekledik Josico, Maldonado geldi. Geçen yıl Poulsen diye kendimizi paraladık, Cristian Baroni diye bir adam geldi. Bu kadar üst üste tekrarlanan somut yanlışlar varken kimse işlerin iyi gittiğini söylemez. Miroslav Stoch iyi bir futbolcu fakat çok genç ve Türkiye'ye hemen uyum sağlayıp harikalar yaratmasını beklemek hayalperestlik olur. Diğer transferlere bakarsak, Caner Erkin iyi bir futbolcu fakat verim alınabilmesi için sol açık oynaması gerekiyor. Rijkaard ısrarla sol bek oynattığı için bir verim alamadı. Fenerbahçe'de de sol açık oynayanlar epey fazla olduğu için uzun süre yedek kulübesinde oturacak gibi gözüküyor. Peki İlhan Eker? ne akar ne kokar... Orta halli, kendince bir defans adamı. Mucize beklemeye gerek yok. Sayın Aziz Yıldırım, bu sezon kulüp olarak cümle aleme rezil olduktan sonra "gelmez denilen oyuncuları getireceğiz" dedi. Dün de sayın Kiğılı "Fenerbahçe bu paraları verip adı geçen oyuncuları(Ronaldinho, Robinho vs...) alamaz" şeklinde bir açıklama yaptı. Sanırım Aragones'e Daum'a, Güiza'ya yaptığımız ödemelerden paramız kalmadı. Kaba bir hesap yaparsak, büyük umutlarla getirilen ihtiyar Aragones'e 1 yılda 3 milyon euro verdik, gönderirken de 3.5 milyon euro tazminat ödedik. Herr Daum'a ise elimizde patlayan şampiyonluk sezonu için 3 milyon euro aldı, karşılıklı psikolojik harpten sonra 2.5 milyon euro tazminat vererek gönderdik. Gol makinesi diye alıp tıraş makinesi olduğunu anladığımız Güiza için Mallorca'ya 14 milyon euro, Güiza'nın kendisine 3 milyon euro ödedik, geçen sezon da 3 milyon aldığını hesaba katalım. Peki 3 yılda Fenerbahçe'nin en başarısız dönemini geçirdiği sezonlarda tabir-i caizse ota böceğe en iyimser 32 milyon euro para ödemişiz. Peki bakalım 32 Milyon Euro > ... yıldızlara;
- Ronaldinho Gaucho.............28 Milyon Euro
- Robinho...............28 Milyon Euro
- Bastian Schweinsteiger......24 Milyon Euro
- A. Tymoshchuk....8 Milyon Euro
- Miroslav Klose.....................15 Milyon Euro
- Edin Dzeko............30 Milyon Euro
- Grafite.....................................9 Milyon Euro
- Salomon Kalou......24 Milyon Euro
- Florent Malouda..................30 Milyon Euro
- Dimitar Berbatov..26 Milyon Euro
- Gabriel Obertan.....................4 Milyon Euro
- Luis Valencia.........16 Milyon Euro
- Nani........................................18 Milyon Euro
- E. Adebayor...........21 Milyon Euro
- Shaun Wright-Phillips.........14 Milyon Euro
- Ryan Babel.............8 Milyon Euro
- Theo Walcott.........................13 Milyon Euro
- Carlos Vela............5 Milyon Euro
- Robin van Persie...................25 Milyon Euro
- Jermain Defoe.........17 Milyon Euro
- David Suazo.............................8 Milyon Euro
- Sulley Ali Muntari...13 Milyon Euro
- Miloš Krasic...........................18 Milyon Euro
- Lisandro López........23 Milyon Euro
- Frédéric Piquionne.................5 Milyon Euro
- Gervinho...................10 Milyon Euro
- Eden Hazard..........................16 Milyon Euro
- Diego..........................27 Milyon Euro
Üstelik transferde illa yıldız yaldız olsun da demedik, işleyen bir takım kurmaya yönelik adamlar alınsın dedik. Umarım yönetim ben ve benim gibi düşünenleri bu sezon utandırır ve sözlerimi bana yedirir. Fakat özetle söylemek istediğim şu; Fenerbahçe'de eksen mi kaldı ki kaysın?
Etiketler:
2010 transfer,
Aragones,
Aziz Yıldırım,
Beşiktaş,
Bursapsor,
Daum,
Fenerbahçe,
Futbol,
Galatasaray,
Güiza,
Kezman,
Robinho,
Ronaldinho,
Spor,
Şampiyon,
Transfer,
yıldız transferi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)